Bu mezunlar darbeci mi demokrat mı?
Bu mezunlar darbeci mi demokrat mı?
Nasıl mezunlar? Darbeci mi demokrat mı?
Eğitmek mi İğitmek mi?
“Eğitim”, Türkçe sözlükte, “belli bir
bilim dalı veya sanat kolunda yetiştirme, geliştirme ve eğitme işi,
mezun çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları
için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine,
kişiliklerini geliştirmelerine yardım etme” olarak yer
alıyor.
Eğitim, “eğitmek” daha doğrusu “iğitmek” kökünden geliyor.
“İğitmek” Divan-ı Lügat-ü Türk’e göre: “hayvan ya da köle beslemek,
yetiştirmek” diye geçiyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında “eğitmek”
olarak kabul görüyor. Eğitim dilimizde kimi kez, “öğretim”,
“terbiye”, “talim” gibi sözcüklerle de ifade ediliyor.
“Terbiye” ve “talim” kelimeleri de daha çok, “hayvan alıştırma”,
“hayvan arabalarının dizginleri” karşılığı olarak kullanılmış.
Tüm bu kök açıklamaları toplumsal bilinçaltımızı da yansıtıyor
aslında. Eğitmek söz konusu olduğunda, bu işi yapmak üzere yola
çıkan kim olursa olsun, ister devlet, ister cemaat ya da ideolojik
gruplar, aslında “köle” yetiştirmeyi, “mürit” oluşturmayı
hedefliyor.
“Ex-duco” mu “Milli” Eğitim mi?
İngilizce’de eğitim sözcüğünün karşılığı olan “Education”
kelimesinin kökü ise, Latince’den gelmektedir: ‘ex-duco’, tam
anlamıyla açığa çıkarmaktır.
Gerçekten de eğitimin amacı da işlevi de bireyin kendi içinde var
olan (yeteneklerini, kapasitesini) ortaya çıkarabilmesi konusunda
ortam sağlamak, yardımcı olmak, yol göstermek olmalı.
Türkiye’de eğitimin amacı gerçekten de “ex-duco” mu, yani çocukta,
gençte, yetişkinde, vatandaşta var olanı ortaya çıkarmak mı, yoksa
“iğitmek” mi?
25 bakanlıktan sadece savunma ve eğitim bakanlıklarının önünde
“milli” sözcüğünün olması, vakıf (“özel” OA) üniversitelerin
tabelalarına kocaman T.C. yazmaları bile başlı başına
amacın ne olduğunu açık seçik ortaya koymuyor mu?
Her ülkenin kendine özgü kültürel değerleri, koşulları, değer
yargıları olduğu bir gerçek. Bunun sadece eğitimde değil her alanda
göz önünde tutulmasında hiçbir sakınca yok. Tam tersine “ulus”
olma, toplum olma açısından yadsınamaz bir gerçek olarak
değerlendirilmeli. Ancak, tüm dünyadaki akranları ile rekabet
ederek, sadece kendi ülkesinde değil tüm dünyada değerler
üretebilecek, iş bulabilecek, sadece kendine ve ülkesine değil tüm
insanlığa katma değer katacak bireyler yetiştirmeyi hedeflediğini
ileri süren devlet-özel eğitim camiasının bakanlığının “milli”
ibaresi ile tanımlanması bir çelişki değil mi?
“Birey” mi “Mürit” mi?
Devlet-özel fark etmeksizin, okullardaki çoğu uygulamalar, eğitimin
temel amacının “birey”lerden daha çok “mürit”ler yetiştirmek olduğu
yargısına götürüyor insanı.
İlköğretim 1. Sınıftan 4. Sınıf sonuna, ortaokul 5. Sınıftan
8. Sınıf sonuna kadar her yıl 180 toplam 1440 gün 5-14 yaş grubuna,
sorgulama izni vermeden, “varlığım Türk varlığına armağan
olsun”dedirtmek;
İlköğretim 1. Sınıftan lise 12. Sınıfa kadar 12 yıl her
hafta 2 kez “bayrak töreni” yaptırmak ve “milli marşını”
okutmak;
Beden eğitimi derslerini, “rahat-hazır ol, hizaya bak, selam dur”
gibi asker komutları ile başlatmak ve bitirmek;
Tüm bayramlarda öğrencilere askeri düzen içinde resmi geçitler
yaptırmak, devlet erkanını selamlatmak;
Derse giren öğretmen için öğrencilerin ayağa kalkmasını
istemek;
Devlet-özel tüm okullarda öğrencileri sadece tek tip forma ile
okula gelmelerine izin vermek;
Mezuniyet törenlerinde askeri düzende “sancak” devir teslim
törenleri yaptırmak, askeri adımlarla yürütmek, “sancağı” öptürerek
teslim aldırmak;
Öğrenci kulüp etkinliklerinde, veli seminerlerinde bile “saygı
duruşu” ve “ulusal marşla” başlamak;
Sadece ilkokul, ortaokullarda ve liselerde değil, üniversitelerde
dahi, çok yakın tarihi asla öğretmemek, anlatmamak, anlatan
öğretmenleri cezalandırmak; yakın tarihi ise tek kaynaktan okutmak
ve alternatif kaynakları okumayı, okutmayı yasaklamak;
Sorgulayan birey yetiştirmeyi amaçladığını ileri sürmek ama
asla resmi ideoloji çerçevesinde anlatılan olayları, kişileri
sorgulatmamak;
Üniversitelerde dahi, konuları ve soruları,
konuşulabilecek-konuşulamayacak konular ve soru
sorulabilecek-sorulamayacak olaylar, kişiler olarak belirlemek ve
bu konuda dayatıcı olmak;
Bunlara benzer birçok uygulama, devlet-özel ayırım gözetmeksizin,
toplumsal olarak sözde, sorgulayan bireyler yetiştirmek
istediğimizi ileri sürerken, ne yazık ki pratikte bunun tam tersi
çok da sorgulamayan, verileni sorgulamadan kabul eden “müritler”
yetiştirmek istediğimizi ve bunda da başarılı olduğumuzu
görüyoruz.
Klan Toplumu
Günümüzde “klanlar” tekrar ortaya çıkıyor.
Etrafı tel örgülerle çevrili, kendi özel güvenliği, özel sosyal
tesisleri, alışveriş merkezleri olan sitelerde, uydu kentlerde
oturuyor, belli yerlerdeki kafelere lokantalara gidiyor, belli bir
sınıf kültü oluşturuyoruz.
Sadece kendi siyasi görüşümüze uygun gazete-dergileri okuyor,
bizimle aynı düşünceyi paylaşan köşe yazarları dışında köşe
yazarlarını asla okumuyoruz. Yazarlardan bizim gibi düşünenlerin
kitaplarını alıyor, bizim gibi düşünmüyorlarsa
roman-hikaye-şiirleri edebi olarak çok iyi de olsa asla
okumuyoruz.
Çok ünlü bir özel lisede, bir gazete bir işadamından başka bir
işadamına satıldığında, iş adamının siyasi görüşünden ötürü
gazetenin kütüphaneye alınması yasaklanabiliyor. Okullara alınan
gazeteler okulların siyasi görüşlerini de yansıtmış oluyor aynı
zamanda.
Hele gençler, internet ortamında her konu ile ilgili sadece sanal
paylaşım “sözlük”lerinde ne yazıyorsa ona inanıyor. Orda yazan her
şeyi kayıtsız koşulsuz doğru kabul ediyorlar. Orda yazanın aksine
yazan hiçbir şeyi kabul etmiyorlar. Belli mizah dergilerini takip
ediyorlar, dergide yer alan bir karikatürle ilgili karşıt hiçbir
haberi, bilgiyi değerlendirmeye almayı bile kabul etmiyorlar.
Sosyal paylaşım sitelerinde sadece kendileri gibi düşünenlerin
videolarını yorumlarını paylaşıyor, karşıt hiçbir paylaşıma izin
bile vermiyorlar.
Aslında her birimiz, adı düşüncesi farklı ama illa ki bir grubun
müridi oluyoruz.
Okullarda “analitik düşünebilen” deyip duruyoruz.
Ama top yekûn, hepimiz tüm olaylara ve konulara sorgulamadan,
alternatiflerini araştırmadan, beynimizden ya öyle değilse sorusunu
sonsuz sürgüne göndererek yaklaşıyoruz.
Bir Çobanın Oyu Nasıl Olur da Bir Profesörün, Sanatçının.. Oyu İle
Aynı Değerde Olur?!
Eğitimin fetişleştirildiği bir diğer konuda oy değerleri
konusudur.
Belli bir konuda yüksek lisans, doktora tezi vermiş, bu alanda
kitaplar yayımlayarak ve üniversitede görev alarak profesör olmuş
birinin oyu ile dağdaki çobanın oyu eş değerde midir?
Farklı olanlar da vardır elbet ama genel olarak profesörlük
doçentlik doktorluk (Ph D) yaşamın tüm alanlarında yetkinlik
içeren unvanlar değil ki. Belli alanlarda akademik bilgi düzeyini
gösteren unvanlar bunlar. Bu unvanlar kendi alanlarında akademik
bir yetki ve yetkinliği ifade eder. Diğer tüm alanlar için de aynı
şey söz konusudur. Doktor, avukat, subay, öğretmen, sanatçı, yazar,
gazeteci ve benzeri tüm mesleklerde taşıdığımız unvanlar kendi
mesleki alanlarımızı kapsar. Yetkinliğimiz de yetkimiz de o alanlar
içindir. Ek kazanımlar, donanımlar, eğitimler, birikimler,
yetenekler ve birçok başka insani değerler olmadığı sürece de
yaşamın başka bir alanı hele tümü için asla yetkinlik göstergesi
değildir.
Yaşamda her olay konu kendi içinde değerlendirilmelidir. Su
ürünleri bir profesör aynı zamanda çok iyi yazar da olabilir. Bir
resim öğretmeni kendini siyaset biliminde yetiştirmiş de olabilir.
O zaman su ürünleri profesörün edebi bilgisi muteberdir. Resim
öğretmeninin siyaset bilimi konusundaki görüşleri de öyle. Salt
profesör ya da öğretmen olduğu için değil. Hiç bunlar olmadan ve
bilinmeden, salt eğitim düzeylerine, eğitim aldığı kurumlara,
akademik unvanlarına, mesleklerin toplumdaki saygınlık ölçütlerine
bakarak, bazı meslekleri ve kişileri ülkenin geleceği için tek ya
da en azından daha çok söz sahibi olmasını istemek en iyimser
tabiriyle bir çeşit “ırkçılıktır”.
Bir ülkede ve de ülkemizde her birey eğitim düzeyi, mesleği, işi
rengi, inancı, mezhebi ne olursa olsun, ülkenin nasıl yönetilmesi
gerektiği konusunda diğer tüm insanlarla eşit oya eşit hakka
sahiptir.
Burada belki bir vatandaşın diğer vatandaşlardan beklentisi en
fazla şu olabilir: Herkes kendi çapında tüm alternatifleri
dinleyerek, araştırarak “bilinçli” tercihlerde bulunsun. Bu bile
zorla dayatılamaz. Kimin ne kadar “bilinçli” olduğuna kim karar
verecek? Entelektüel bir yazar, üniversite mezunu “tarihçi” bile
olsa bir mankeni “bilinçsiz” bulabilir. “Aileden
İstanbullu” biri, İstanbul’a sonradan gelmiş birini eğitimi,
birikimi, kente, ülkeye katkısı ne olursa olsun “göbeğini kaşıyan
adam”, “bidon kafalı” bulabiliyor. Dine sıcak bakmayan
biri dini vecibelerinden birini yerine getiren birini ne kadar
çağdaş ne kadar demokrat olursa olsun “örümcek kafalı”, kendini
dindar sanan biri de, kendi gibi olmayan birine, evrensel ahlak
değerlerine ne kadar bağlı olursa olsun, ahlaksal değer
yargılarından yoksun damgasını yapıştırabiliyor.
Bu ülkede doğan, yaşayan, anayasa ve yasalara bağlı, yükümlüyse
vergisini veren, askere giden herkes eğitim düzeyi, yaşadığı şehir,
etnik kökeni, inancı, mezhebi, meşrebi, cinsiyeti, yaptığı iş,
meslek, taşıdığı unvan ne olursa olsun yasalar önünde ve oy
konusunda eşittir. Aldığımız eğitimlerin türü, süresi, düzeyi bu
gerçeği değiştiremez.
Eğitim ayrımcılık için, müritler ordusu üretmek için değil,
var olanı ortaya çıkarabilmek için, uygarlık için var
olmalı.