Yaşamın karnesi çoğu zaman acımasızdır!
Yaşamın karnesi çoğu zaman acımasızdır!
Oktay Aydın
Uzm. PDR
Yaşamın Karnesi Çoğu Zaman Acımasızdır da
Her geçişinde farklı bir duygu ile ve hep keyifle baktığı tarihi
yarımadaya, ışıklarına, ışıkların aydınlattığı İstanbul siluetine,
siluetin parçaları camilere kuleye saraya bir kez daha baktı.
Rüzgâr, tüm hırçınlığıyla göğsüne doluyor, araba sesleri
kulaklarında uğulduyordu. Yağmur yoktu ama boğazdan gelen su
damlacıkları yüzünü biraz da sertçe okşuyordu. Uzaktan bir polis
sireni sanki gittikçe yaklaşıyor gibiydi ya da ona öyle
geliyordu.
Bugün Türkiye’de başka bir karne günüydü. Okula başladığı ilk günü
anımsadı. Ne heyecanla başlamış, okuma yazma öğreneceği için ne
kadar da coşkuyla gitmişti ilk gün okula. Okul deyince birden
içinin biraz burkulduğunu hissetti. Ne ümitlerle başladığı okulun
gün gelip içine karabasanlar gibi oturacağını o günden bilemezdi
elbet. Her şey, öğretmenin “Ne kadar da aptalmışsın, bak
arkadaşların çoktaan okuma yazmayı söktü. Sen hala hecelemekle
meşgulsün. Bu gidişle de zor sökersin ya okuma yazmayı.”
dediği gün başlamıştı. O çok sevdiğim ve saydığım öğretmenim demek
beni aptal buluyormuş ve beni hiç sevmiyormuş, diye düşünmüştü.
Okuma yazmayı öğrenemediği için öğretmenim sevmiyorsa annem babam
hiç sevmez diye geçirmişti, aklından.
Her öğrenci iple çekiyorken, her yarıyıl tatili başlangıcı onun
için hep azap olmuştu. Karne kelimesine düşman olmuş, karne
dağıtılan günlerden nefret eder olmuştu. Karnenin sol tarafında hep
zayıflar, sağ tarafında da lütfen yazılmış ortalar olurdu hep.
Kâbus, daha karneyi alırken başlardı. Tüm çocukları sevinçle
kucaklayarak ve elini öptürerek karnesini veriyorken öğretmeni,
onunkini hem en son verirdi hem de ne elini öptürür ne de onu
öperdi. Aslında en son alması bir açıdan iyiydi. Herkes
karnesini alıp sevinçle annesine babasına koştuğu için, bu resmi
görmez ve hiç değilse dalga geçmezlerdi. Hoş yıl boyunca geçtikleri
dalgalar onlara yeter de artardı ya. Annesi ve babası, her zamanki
gibi, ablasının karne alma töreninde olduğu için
gelmemişti. Buna bir yandan üzülmüş, bir yandan da, akşama
kadar karnesi üzerinde yorum yapılmayacağı ve azar işitmeyeceği
için de sevinmişti.
Ortaköy’den müzik sesleri yükseliyordu. Birden aklı, La Scala’da
çıktığı konsere gitti. Dünyaca ünlü bir orkestranın çok önemli bir
flüt virtüözü olmuştu. Maestro coşuyor, o coştukça orkestra daha
bir coşku ile çalıyordu. Salondan çıt çıkmıyor, herkes pür dikkat
parçayı dinliyordu. Carl Orff’un “Carmina Brunosu”nu her
çaldıklarında, onu ilkokul bitmeye yakın “bu çocukta müthiş bir
kulak var” diyerek, Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi Konservatuarı sınavlarına sokan ve müzik dünyasına
katılmasına vesile olan, Carl Orff hayranı yurt müdürünü düşünür,
içi hep minnet dolu duygularla dolardı. O konserde, annesinin,
babasının ve özellikle de sınıf öğretmeninin, en ön sırada onu
gururla izleyebilmelerini, gözlerinin içlerinin gülmesini, sevgili
oğullarının, öğrencilerinin, dünyaca tanınan bir müzisyen olduğunu,
ünlü orkestralarla çalmaya başladığını ve en nihayetinde dünyaca
ünlü salonlarda, önemli konserlerde yer aldığını, görmelerini
ne kadar da çok istemişti. Hatırladı ve içi acıdı bir an.
Yıllarca, yavaş öğrendiği için, karnesinde hep zayıflar, kırıklar
olduğu için azar işitmiş. “Bak ablana” ile
başlayan cümlelerden yüzlercesine binlercesine tanıklık etmişti.
İki başarılı iş insanı anne babanın çocuğu, zeki akıllı notları iyi
bir ablanın kardeşi, herkesin gitmek için yüklü kayıt bağışı
yaptığı, iyi bir semtin iyi bir okulunda, iyi bir sınıf öğretmenin
öğrencisi nasıl olur da bu kadar başarısız olurdu. Neyi eksik
edilmişti ki? En iyi kıyafetler, en iyi tatiller, en iyi telefonlar
alınmamış mıydı ona?
Polis sirenlerinin iyiden iyiye yakınlaştığını fark etti bir an.
İstanbul tüm ihtişamıyla parlıyor, ışık ışık yanıyordu. Boğaz ayrı,
tarihi yarımada ayrı aydınlıktı bugün. Karayel soğuktu ama havayı
da inanılmaz açık yapmıştı. Dolunayın ışığı boğazın sularına
vuruyor, ayın ışıltısı, şehrin ışıklarına karışıyordu. “Dur
yapma, değmez be oğlum” sesi ile irkildi bir an. Oğlum
denince aklına, ilkokulun ortalarında onu devlet yurduna
yerleştiren babası ve annesi geldi. Hiç mi hiç değeri olmamıştı
onların gözünde. Tek suçlusu şu karnelerdi. Karneler olmasa, notlar
olmasa, annesi de babası da çok severdi onu. Buna çok emindi. Neden
sevmesinlerdi ki? Notları kötüydü ama bak çok iyi olduğu bir şey
vardı işte. Karneler ve notlar olmasa, onlar da onu o yurda
vermeyecek ve ne kadar iyi bir müzisyen olduğunu görebilecekler ve
oğulları ile gurur duyabileceklerdi. Yurda, ziyaretine hiç
gelmemişler onu yıllardır görmemişlerdi. Müzisyen olduğunu da
duyduklarını sanmıyordu. Liseyi de üniversiteyi de burslu yurt
dışında okumuş, Türkiye’ye gelmeyeli neredeyse 20 yıl olmuştu. Ama
şimdi duyacaklar ve onu terk ettikleri için, notları ve karnesi
yüzünden onu sevmedikleri için çok pişman olacaklardı. Sadece o
değil o sınıf öğretmeni de “keşke keşke”
diyecekti.
Polis, “ne için ne için” diye acı acı sorunca,
uzun uzun anlatmak geldi içinden ama sonra değmez diyerek vazgeçti.
Sadece “çocuğunuz var mı” diye sordu. Polis, “bir kızım var
ortaokul 4’e gidiyor, SBS’lere hazırlanıyor, inşallah iyi bir lise
kazanacak” diye cevap verince, ona, “sakın kızınızı notları
için sınav puanları için üzmeyin, onu karnesi, karnesindeki notları
ne olursa olsun sevin” diyebilmişti. Çocuklarını salt
çocukları olduğu için sevmesi gereken annesi ve babası, akademik
başarısızlıkları için onu sevmedikleri için acı çekmeyi, elaleme
rezil olmayı hak ediyorlardı, bunu daha çok onlar acı çeksinler
diye yaptığını düşündü. Polis ona doğru yaklaşıp, “gel
bunları rahat rahat şurada konuşalım” deyince gülümsedi. O
da görevini yapıyordu ne de olsa, kendince kurnazlık yapıp yanına
çağırıyordu onu. Hayır hayır kanmayacaktı bunlara. Kararlıydı. Onca
başarıya rağmen, terk edilmişlik, sevilmemiş ve çocuk olarak
benimsenmemişlik duygusunu bir türlü atamamıştı içinden.
Polis yeleği giymiş ama sonradan polis olmadığını, emniyette
görevli psikolog olduğunu öğrendiği adam, “ya sizin
çocuğunuz var mı?” diye sorunca, 3 yaşındaki kıvır kıvır
saçları, mavi gözleri olan oğlu geldi aklına. “Evet, 3
yaşında oğlum var” dedi kısık sesle. Oğlunun doğumunu,
emeklemesini, ilk baba deyişini, gülümsemesini, elini sımsıkı
tutuşunu düşünüyorken, polis çoktan onu sıkı sıkı yakalamıştı bile.
“Her kime ve neye kızdıysanız ya da küstüyseniz, oğlunuzun
suçu ne?” dediğinde, ona sıkıca sarılmış ve ağlayarak
ancak kendi duyabileceği kadar “kurtardığınız için teşekkürler”
diyebilmişti. Oğlunu asla dersleri, notları, başarıları için değil
oğlu olduğu için seveceğine bir kez daha söz verdi.