BIST 9.138
DOLAR 32,37
EURO 34,98
ALTIN 2.325,64
YAZARLAR

Yaşamın karnesi çoğu zaman acımasızdır!

Yaşamın karnesi çoğu zaman acımasızdır!

Oktay Aydın

Uzm. PDR

Yaşamın Karnesi Çoğu Zaman Acımasızdır da

Her geçişinde farklı bir duygu ile ve hep keyifle baktığı tarihi yarımadaya, ışıklarına, ışıkların aydınlattığı İstanbul siluetine, siluetin parçaları camilere kuleye saraya bir kez daha baktı. Rüzgâr, tüm hırçınlığıyla göğsüne doluyor, araba sesleri kulaklarında uğulduyordu. Yağmur yoktu ama boğazdan gelen su damlacıkları yüzünü biraz da sertçe okşuyordu. Uzaktan bir polis sireni sanki gittikçe yaklaşıyor gibiydi ya da ona öyle geliyordu.

Bugün Türkiye’de başka bir karne günüydü. Okula başladığı ilk günü anımsadı. Ne heyecanla başlamış, okuma yazma öğreneceği için ne kadar da coşkuyla gitmişti ilk gün okula. Okul deyince birden içinin biraz burkulduğunu hissetti. Ne ümitlerle başladığı okulun gün gelip içine karabasanlar gibi oturacağını o günden bilemezdi elbet. Her şey, öğretmenin “Ne kadar da aptalmışsın, bak arkadaşların çoktaan okuma yazmayı söktü. Sen hala hecelemekle meşgulsün. Bu gidişle de zor sökersin ya okuma yazmayı.” dediği gün başlamıştı. O çok sevdiğim ve saydığım öğretmenim demek beni aptal buluyormuş ve beni hiç sevmiyormuş, diye düşünmüştü. Okuma yazmayı öğrenemediği için öğretmenim sevmiyorsa annem babam hiç sevmez diye geçirmişti, aklından.

Her öğrenci iple çekiyorken, her yarıyıl tatili başlangıcı onun için hep azap olmuştu. Karne kelimesine düşman olmuş, karne dağıtılan günlerden nefret eder olmuştu. Karnenin sol tarafında hep zayıflar, sağ tarafında da lütfen yazılmış ortalar olurdu hep. Kâbus, daha karneyi alırken başlardı. Tüm çocukları sevinçle kucaklayarak ve elini öptürerek karnesini veriyorken öğretmeni, onunkini hem en son verirdi hem de ne elini öptürür ne de onu öperdi. Aslında en son alması bir açıdan iyiydi. Herkes karnesini alıp sevinçle annesine babasına koştuğu için, bu resmi görmez ve hiç değilse dalga geçmezlerdi. Hoş yıl boyunca geçtikleri dalgalar onlara yeter de artardı ya. Annesi ve babası, her zamanki gibi, ablasının karne alma töreninde olduğu için gelmemişti. Buna bir yandan üzülmüş, bir yandan da, akşama kadar karnesi üzerinde yorum yapılmayacağı ve azar işitmeyeceği için de sevinmişti.

Ortaköy’den müzik sesleri yükseliyordu. Birden aklı, La Scala’da çıktığı konsere gitti. Dünyaca ünlü bir orkestranın çok önemli bir flüt virtüözü olmuştu. Maestro coşuyor, o coştukça orkestra daha bir coşku ile çalıyordu. Salondan çıt çıkmıyor, herkes pür dikkat parçayı dinliyordu. Carl Orff’un “Carmina Brunosu”nu her çaldıklarında, onu ilkokul bitmeye yakın “bu çocukta müthiş bir kulak var” diyerek, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Konservatuarı sınavlarına sokan ve müzik dünyasına katılmasına vesile olan, Carl Orff hayranı yurt müdürünü düşünür, içi hep minnet dolu duygularla dolardı. O konserde, annesinin, babasının ve özellikle de sınıf öğretmeninin, en ön sırada onu gururla izleyebilmelerini, gözlerinin içlerinin gülmesini, sevgili oğullarının, öğrencilerinin, dünyaca tanınan bir müzisyen olduğunu, ünlü orkestralarla çalmaya başladığını ve en nihayetinde dünyaca ünlü salonlarda, önemli konserlerde yer aldığını,  görmelerini ne kadar da çok istemişti.  Hatırladı ve içi acıdı bir an. Yıllarca, yavaş öğrendiği için, karnesinde hep zayıflar, kırıklar olduğu için azar işitmiş. “Bak ablana” ile başlayan cümlelerden yüzlercesine binlercesine tanıklık etmişti. İki başarılı iş insanı anne babanın çocuğu, zeki akıllı notları iyi bir ablanın kardeşi, herkesin gitmek için yüklü kayıt bağışı yaptığı, iyi bir semtin iyi bir okulunda, iyi bir sınıf öğretmenin öğrencisi nasıl olur da bu kadar başarısız olurdu. Neyi eksik edilmişti ki? En iyi kıyafetler, en iyi tatiller, en iyi telefonlar alınmamış mıydı ona?

Polis sirenlerinin iyiden iyiye yakınlaştığını fark etti bir an. İstanbul tüm ihtişamıyla parlıyor, ışık ışık yanıyordu. Boğaz ayrı, tarihi yarımada ayrı aydınlıktı bugün. Karayel soğuktu ama havayı da inanılmaz açık yapmıştı. Dolunayın ışığı boğazın sularına vuruyor, ayın ışıltısı, şehrin ışıklarına karışıyordu. “Dur yapma, değmez be oğlum” sesi ile irkildi bir an. Oğlum denince aklına, ilkokulun ortalarında onu devlet yurduna yerleştiren babası ve annesi geldi. Hiç mi hiç değeri olmamıştı onların gözünde. Tek suçlusu şu karnelerdi. Karneler olmasa, notlar olmasa, annesi de babası da çok severdi onu. Buna çok emindi. Neden sevmesinlerdi ki? Notları kötüydü ama bak çok iyi olduğu bir şey vardı işte. Karneler ve notlar olmasa, onlar da onu o yurda vermeyecek ve ne kadar iyi bir müzisyen olduğunu görebilecekler ve oğulları ile gurur duyabileceklerdi. Yurda, ziyaretine hiç gelmemişler onu yıllardır görmemişlerdi. Müzisyen olduğunu da duyduklarını sanmıyordu. Liseyi de üniversiteyi de burslu yurt dışında okumuş, Türkiye’ye gelmeyeli neredeyse 20 yıl olmuştu. Ama şimdi duyacaklar ve onu terk ettikleri için, notları ve karnesi yüzünden onu sevmedikleri için çok pişman olacaklardı. Sadece o değil o sınıf öğretmeni de “keşke keşke” diyecekti.

Polis, “ne için ne için” diye acı acı sorunca, uzun uzun anlatmak geldi içinden ama sonra değmez diyerek vazgeçti. Sadece “çocuğunuz var mı” diye sordu. Polis, “bir kızım var ortaokul 4’e gidiyor, SBS’lere hazırlanıyor, inşallah iyi bir lise kazanacak” diye cevap verince, ona, “sakın kızınızı notları için sınav puanları için üzmeyin, onu karnesi, karnesindeki notları ne olursa olsun sevin” diyebilmişti. Çocuklarını salt çocukları olduğu için sevmesi gereken annesi ve babası, akademik başarısızlıkları için onu sevmedikleri için acı çekmeyi, elaleme rezil olmayı hak ediyorlardı, bunu daha çok onlar acı çeksinler diye yaptığını düşündü. Polis ona doğru yaklaşıp, “gel bunları rahat rahat şurada konuşalım” deyince gülümsedi. O da görevini yapıyordu ne de olsa, kendince kurnazlık yapıp yanına çağırıyordu onu. Hayır hayır kanmayacaktı bunlara. Kararlıydı. Onca başarıya rağmen, terk edilmişlik, sevilmemiş ve çocuk olarak benimsenmemişlik duygusunu bir türlü atamamıştı içinden.

Polis yeleği giymiş ama sonradan polis olmadığını, emniyette görevli psikolog olduğunu öğrendiği adam, “ya sizin çocuğunuz var mı?” diye sorunca, 3 yaşındaki kıvır kıvır saçları, mavi gözleri olan oğlu geldi aklına. “Evet, 3 yaşında oğlum var” dedi kısık sesle. Oğlunun doğumunu, emeklemesini, ilk baba deyişini, gülümsemesini, elini sımsıkı tutuşunu düşünüyorken, polis çoktan onu sıkı sıkı yakalamıştı bile. “Her kime ve neye kızdıysanız ya da küstüyseniz, oğlunuzun suçu ne?” dediğinde, ona sıkıca sarılmış ve ağlayarak ancak kendi duyabileceği kadar “kurtardığınız için teşekkürler” diyebilmişti. Oğlunu asla dersleri, notları, başarıları için değil oğlu olduğu için seveceğine bir kez daha söz verdi.


Yorumlar